(Ciddi bir sosyolojik yazı)
21.yüzyıl Z kuşağına göre tasarımlanıyor, onlara göre inşa ediliyor. 20.yüzyıl sonu ile yeni yüzyılın başlangıcı Latin alfabesinin X,Y ve Z harflerinin imzasını taşıyacak gibi görülmekte. Dillere pelesenk olan bu üç harfin namıyla anılan kuşağı yazmayı başka zamanlara bırakarak, Fransızların H harfi gibi işlevsiz Türk alfabesinin dokuzuncu harfi, işlevsiz ama Fransızlar gibi vazgeçemediğimiz “ğ” (yumuşak ğ) harfini nam olarak taşımaya layık, onun gibi işlevsiz “yumuşak ğ” kuşağından söz edeceğim.
20.yüzyılın ikinci yarısı (1945-1950 sonrası) yenidünyanın miladı diye anılabilir. Yarım kalmış bir dünya savaşının rövanşının yapıldığı ve haritaların, kutup noktalarının yeniden belirlendiği 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan yeniçağ, çok şeylere gebeydi.
Savaş sonrasında kalan nüfus meşhur 68 kuşağının anne babalarıydı. Bu nesil iki dünya savaşı yaşamış savaş ve sefalet kuşağıydı. 1945 de silahlar sustuğunda o güne kadar hiç bilmedikleri sessiz ve sakin dönemi yaşıyordu. İdeoloji mücadeleleri ve emperyalist emellerle doğan yaşayan bu nesil, savaş sonrasında huzurun üretimde olduğu söylemleriyle elleriyle yakıp yıktıklarını yeniden yapmaya başladı. Bir taraftan ideolojileri sindirmeye çalışırken diğer taraftan refahlarının artmasıyla yeni düzenlere sıkı sıkıya sarıldı. Savaşa giren ve girmeyen tüm toplumlar aslında o sıcak çatışmanın ve siperlerin içindeydi. Bu savaş gazisi (o dönemde hayatta kalan tün insanlar) nesil, yeni bir nesil doğuruyordu. Bu gaziler artık anne-baba ve dede-nineydi.
Bu gazilerin çocukları dünyayı iki kutba bölen ideolojilerin kucağına doğmuştu. Ebeveynlerinin pek silah ve bomba seslerinden dolayı kulak veremediği bu ideolojileri sessiz ve sakin ortamlarında dinliyor ve yaşları büyüdükçe yeniden saflar belirlemeye başlıyordu. Bu seferki siperler kent meydanlarına toplanıp kendi bedenleriyle oluşturdukları barikatlardı. Anne babalarının savaş yorgunu hallerini fırsat bilenlerin yaptıkları sömürüyü görüyor, kısılmış bireysel özgürlükleri için ses çıkarıyordu. “Özgürlük”, “savaşma, seviş” bunun dile gelmiş sloganlarıydı. Otoriteyle beraber savaş vermiş anne-babalarının aksine bu kuşak otoriteye şarkılarla, çiçeklerle, fikirlerle karşı çıkıyordu. Otoritenin her sertleşmesine o naif çiçek çocuk duruşlarıyla karşı duruyordu. Otorite hâlâ savaş toplumuna göre tepki veriyordu. Dünya savaşlarında kendilerini otoritenin çıkarları için kurban veren anne-babalarının yaptığını şimdi çiçek çocuklarının savaş gazisi babaları anneleri yapıyordu. Otorite çocuklarını ezerken ses çıkarmıyordu. Bu çocukların tüm dünyadaki saf özgürlük ve sevgi hayallerine ideolojik emperyaller sızmaya başladı. Bu 68’ kuşağında o yıllarda genç olan nesildi, bu nesil bu mücadeleler sırasında bir taraftan da aile oluyordu. Bir taraftan kardeşleri doğuyor bir taraftan çocukları doğuyordu. 68’ kuşağının “özgürlük” ve “savaşsız dünya” söylemlerine otoritenin dehlizlerinde cevaplar hazırlanıyordu. Mücadelenin içine sızdırılan ideoloji zehriyle çiçek çocuklarının tarlalarında kendi kuşaklarından ayrık otları büyütüldü. Ve tüm dünya da 70’lerden itibaren sanal sağ-sol dövüşleri başlatıldı. Nesli nesle kırdırma mücadelesi başlamıştı. Bu yeni savaş sırasında yine o dehlizlerde 1978’de olacak değişiklikler de planlanmıştı. Savaş sonrası toplum, yine toplumsal çatışmaların içine sokulmuş, onlara yeni yeni algılar ve manipülasyonlar devreye sokulmuştu. 1968’de doğmaya başlayan yeni çocuklarda büyüyordu. Hegemonya bu çocuklara gözünü dikmişti. Anne babalarının, abi ve ablalarının üstünden tanklarla geçecek olan hegemonyanın umudu bu kuşaktı.
1968-1979 arasında doğumlu olan bu yeni kuşak “Ğ”, “yumuşak Ğ”. Dünyada 1978 yılından itibaren işler değişmeye başlamıştı. Bütün kıtalarda, bütün ideolojilerde yeni bir şeyler oluyordu. Hegemonya kendisiyle sürekli ittifak içinde olan iki ortağını ortalığa salmıştı. Bunlardan biri hegemonyanın silahlı gücü, ikincisi tapınaklardaki gücü. Her hegemonya kendi sanal düşmanlarıyla savaş seferberliği ilan etmişti. Bu A.B.D’ de neyse, S.S.C.B.’de oydu. Sanal düşmanların çoğu sonrasında görüldü ki, her hegemonya tarafından bizzat yaratılmış, toplumlar gölgeleriyle savaşmıştı. Düşman diye vurduğu gölge bizzat ateş eden olmuştu. Darbeler ve diktatörya yönetimlerin çocukları artık bu iklim içinde 8-10 yaş aralığındaydı. 1940lardan 1960lardan farklı olarak artık her ülkenin öyle veya böyle otoritenin veya güç odaklarının kontrolünde televizyon, radyo ve yazılı mecrası vardı. Yeni savaş ters psikolojiyle medya yoluyla en aşağılık şekilde uygulanacaktı. Yumuşak Ğ kuşağı bu yeni medya tarafından yeniden yoğurulacak ve istenilen kıvamda fırınlanacak. Hegemonyanın ağzına layık kurabiye olarak fırından çıkarılıp yenilebilecekti.
Türkiye açısından da durum tüm dünya ile aynıydı. 1978 yılından itibaren özellikle ordu ve illegal din kuruluşları 1950 de Amerika’nın kendi etki alanında kalan ülkelere ihraç ettiği (kendi ülkesindeki insanlara da satışa sunduğu) sanal düşman, “komünizmle mücadele” ve bunun için ayırdığı kaynağı kullanan kesimler toplumu kamplara ayırmaya başlamıştı. Aynı çerçevede Sovyetlerde kendi alanlarında bu ihraç çalışmasını aynı canhıraş çabalarla yapmaktaydı. 1950’den beri ABD’nin doğal uydusu haline gelmiş olan Türkiye toplumunun ordusu, din ve sermaye sınıfı ile siyasal yapısı yine ABD ile saf tutmayı hatta safları sıkılaştırmayı seçmişti. İlginçtir ki kimi zaman ülkücü milliyetçilerle beraber hareket eden “Türkçüler” için bile anlaşılamayan bir mantıkla “komünizm” diğer saf tutan kesimler gibi düşman olarak belirlenmişti. Dilemma mantık artık toplumun büyük kesimini içine almaya başlamıştı. Dilemma mantık, toplumsal ahlaksız mantığı dantel gibi işliyordu. Bu oluşturulan dilemma mantık “yumuşak Ğ” kuşağının mantığı olacaktı.
Modernite ve kentleşme karşıtı olan muhafazakâr sağ ideolojiler, 68 döneminde bir şekilde sol Kemalist gençliğin el yordamıyla bulduğu sosyalizm üzerinden yürümek istediği yollara bayağı bir mayın döşemişti. Başlangıcında Avrupa solunun özellikle uzak durduğu Stalinci sosyalizm modeli yerine Maocu sosyalizm yolunda ilerleyen sendikal kolektivist sosyalizmi temelli bir sol çatı oluşturan 68 Türk sol gençliği, biraz da Devlet hegemonyasının dayatması ile Moskova komünizminin neferleri gibi görülmüştü. 1980 darbesinden sonra Amerika’nın komünizmle mücadele fonundan Milliyetçi partinin lideri bu sanal düşmanla mücadelesinin başarısı ve Amerikalı dostlarına selamını (ki kendisi 1960’a kadar Nato psikolojik harp dairesi irtibat subayıydı) cunta mahkemesinde şu meşhur sözüyle vermişti; “biz içerideyiz ama ideolojimiz iktidarda”. Sanal düşmanla mücadele kazanılmıştı. Yumuşak Ğ kuşağı ve onları yetiştirecek toplum için artık her türlü ortam hazırdı. İşlevsiz bir kuşak artık yetiştirilebilirdi.
Ğ harfinden bahsedelim birazcık. Harf devrimi ile beraber hayatımıza giren Latin alfabesinde Türkçe için türettiğimiz alfabemizin dokuzuncu harfi. İstanbul lehçesini resmi ağız olarak kabul ettiğimizden itibaren vazgeçilmez olmuştu. Hâlbuki İstanbul ağzında da yazılı metinler dışında söyleyişte karşılığı olmayan kelimenin söylenişinde düşen, yutulan bir harften başka bir şey değildi. Hiçbir kelimenin başında kullanılamayan, aralardan derelerde bir harfçik. Fransızlar nasıl kelime başında olduğunda hiç kullanmadıkları Fransızca da karşılığı olmayan H harfini ısrarla kullanıyorlarsa (tuhaftır genel olarak bizde de kelime başında H harfi pek kullanılmaz) bizde de yazılı metinler Ğ den vazgeçilmez durumda. Türkçe için en belirgin efsanelerden “biri konuşulduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur” dur. Bu hiç de doğru değildir. Türkçe konuşulduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunabilen bir değildir. İşte bizim “Yumuşak Ğ” kuşağı da aynı bu harf gibidir. İşlevsiz, kayıp, araya dereye sıkışmış, kayan, kaybolan bir kuşak.
Türkiye durumu detaylı olarak incelerken gözden kaçırılmaması gereken nokta, aynı dönemde İngiltere de, Fransa da, Almanya da, Şili de, Hindistan da, Çin de durum farklı değildi. Burada yazacağımız şeyler ülkemizdeki durum üzerinden anlatmak olacağından; aynı sebep sonuç ilişkisini Hindistan’la, İran’la da kurabiliriz. 1978 sonlarından itibaren Türkiye demografisinde bir değişiklikler oluyordu. Dünyadan o dönem de habersiz olmamıza ve TRT bize ne verirse onu bilmemizde bunda bir sebepti. 1950 de iktidara gelenlerin dayandığı sonrasında yıllar boyunca destekçisi olan kırsal kesim büyük şehirlere akın etmeye başlamıştı. Kentler bu akınlarla gelenleri kentlileştiremediği, ekonomik ve teknik altyapının yetersiz olduğu bu dönem de kırsal kesim oylarıyla yatıp kalkan siyasi yapıda bu sonuçtan memnundu ve kentler artık büyük bir köy ve kasaba haline geliyordu. Kırsaldan ekonomik olarak hiçbir şey getirmeyen bu kitle akını 1980 darbesinden sonra da artmıştı. Ve gelen kalabalıklar kentlerin kenarlarına kırsaldaki yaşayış, anlayış ve kutsadıkları geleneklerini beraberlerinde getiriyorlardı. Kentlerin etrafı bu yeni gelen hiçbir şekilde kentlileşme uğraşı olmayan kesimlerce işgal edilmişti. İllegal din kurumları (tarikatlar ve cemaatler) kasabalardaki gücünü kaybetmek istemediklerinden bu yeni “varoş” bölgelerinde kasaba yaşantısının devamı ile kentli olma ihtimalini ortadan kaldırmak için yeniden yapılanıyordu. Kırsalda olmazsa olmaz muhafazakâr yapı, kente gelen bu kalabalığın sığındığı dayanağı hale gelmişti.
Toplumun ortak malı olan kamu arazileri, vakıf arazileri, ormanlar yağmalanıyor. Siyasi yapı bu yağmayı onlar için meşru görüyordu. Konut edinme hakkı, toplumun ortak malını yağma hakkına dönüşmüştü. Kentlileşmiş kesim uzak durulması gereken, sömürücü, bu yağma kalabalığına yukarıdan bakanlar olarak sunuluyordu. Bu kalabalık kenti ele geçirmenin yolunun siyasi iktidarın sürekli kendilerinde olması gerektiğini keşfetti.
Göç, toplumsal sorunlara yenilerini ekleyen ve tüm tarihin düğüm noktası olan devasa insanlık sorunu; göçmenler birkaç türlüdür, bunlardan en zor olan göç edenlerin tüm kabullerini kendilerini koruma güdüsüyle yanında taşıyanıdır. Uyum sorunu sonra ki kuşağı öylesine belirler ki, çok kültürlü, çok inançlı, çoklu ahlakla yaşayan “bipolar kişilik bozukluğu” olan bireyler ortaya çıkarmaktadır. Büyüklerinin kırsalda (köy ve kasabalarda) oluşturdukları tüm değer yargılarıyla sarmalanmış ve yeni tanıştıkları değer yargılarıyla iç içe yaşamak zorunda kalan kalan bireyler topluluğu işte bu kuşaktır. Evinde köyünü yaşayan, dışarı çıktığında kenti yaşamak zorunda kalan birey, tüm değer, ahlak değerlerinden yoksundur ve bireysel çıkarlarına göre hareket eden “duyarsız” bir varlıktır. Bu duyarsız varlık, duyarsız ve umarsız bir kalabalık meydana getirmekte ve tüm hayatını çevrenin oluşturduğu dilemma mantığa (toplumsal ahlaksız mantığa) göre şekillendirmektedir.
Yumuşak ğ kuşağı çoğunlukla “manik-depresif” bir kuşaktır. Manik-depresif rahatsızlık bu kuşağı belirleyen psikiyatrik tablodur. Kendisi olamayan, kendi kararlarını kendisi alamayan bu kuşak bireylerinin kendi psikolojilerinde yarattığı yeni karakterler daha çok coşkun, tedirgin, yalana aşırı meyilli, cüretkârdır. Girişimciliğin yerine “girişkenliği” kendilerine çıkar yol seçmiş olan birey, yani “ğ” harfi gibi liderlik özelliğinden azadedir. Göç toplumlarının kendi dinamikleri içinde oluşturduğu mikro ekonomik dayatmaların en büyüğü olan “ekonomik bağımsızlığını” sağlayamama durumu bu kuşakta hiçbir kuşakta olmadığı kadar çok görülmektedir. Ekonomik güç büyük çoğunlukla karar mekanizmasının başındaki aile büyüklerinin elindedir. Bu ekonomik güçten yoksunluk aynı zamanda gücü elinden tutanın tüm değer ve inançlarına karşı “sahte biat” gerektirmektedir. Kişilik yapısının oluşmasını sağlayan bu bozuk yapıda toplumun ondan sonrası siyasi, ekonomik ve sosyal yapısıda büyük değişimlere ve erozyonlara uğramaktadır.
Kişilik bozukluğunun en temel ayırıcı olduğu bu kuşak, yalanı en mükemmel haliyle kullanan ve kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde apolitik, suya sabuna dokunmayan bireyler yığınıdır.
Türkiye ve tüm dünya insanlarının Z kuşağından biraz da olsaY kuşağından beklenti içinde olmasının en büyük sebebi belki de budur. İlginç olan Yumuşak ğ kuşağının bile kendisinden değil Z kuşağından beklentiye girmesi kendisinin işlevsiz olduğunun farkına varmasından başka bir şey değildir.
Yumuşak ğ kuşağını en iyi açıklayan söz Alvin Toffler tarafından söylenmiştir;
" 21.yy cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, yanlış öğrendiklerini unutamayan, yeniden öğrenmeye, değişime ve dönüşüme açık olmayanlar olacaktır. "
(Bu yazı uzun bir makalenin özeti gibidir. Birkaç noktaya değinirken açıklayıcı olmamış olması özetlenmesinden kaynaklanmaktadır. Makale birkaç göz geçirmeden sonra umut ederim ki sizlerle paylaşılacaktır.)
Comments