Üçüncü Dünya Döngüsü
Az gelişmiş ülkeler sorununun temeli olarak karşımıza çıkan "azgelişme" değişik sebeplerin meydana getirdiği bir sonuçtur. Sebepler şöyle sıralanabilir;
Doğal yapı ve kaynaklardaki güçlük, kıtlık ve yeterince kullanamama.
Sosyokültürel ve sosyoekonomik mirasın yetersizliği ve güçlükler.
Nüfus artışı ve nüfus yoğunluğuna çözüm üretilmesindeki engel ve güçlükler.
İnsan kaynaklarının niteliğinin düşüklüğü ve gelişmede yeralan insan kaynaklarının kötü kullanılması ve beyin göçü.
Tüm toplumları etkileyen büyük dönüşüm, teknolojik ve organizasyonel değişimler dışında kalınması veya gecikmşlik.
Yönetim ve toplumda siyasi ve toplumsal ahlakın, birlik duygusunun yerleşmemesi sebebiyle dış güçlerin yararına işleyen bir ilişkiler düzeni
Bu sayılan sebepler engelleme, sınır çizme, gelişmeden alıkoyma ve duraklatma sanucunu yaratmaktadır. Aslında işi şu dört açıdan da inceleyebiliriz.
Coğrafi Faktör (tabiat şartları, toprak, iklim ve madenler)
İnsani Faktör
Din Faktörü
Tarih Faktörü
Niteliksiz işgücü ve devletin yapısal-ekonomik sorunları ile karşı karşıya kalan üçüncü dünya ülkelerinin iktidarları, uzun vadeli çözümlere odaklanmak yerine -böyle uzun vadeli politikalar iktidarda devamı garanti etmez- günlük kısır palyatif çözümlerle bir sonra ki seçime (sandığa!) kadar sorunu öteler. Veya öteleyemeceği durumlarda sorunun önüne, gündemi meşgul edecek başkaca yapay bir sorun veya düşman koyar.
Niteliksiz işgücü sarmalı Cumhuriyetin kurucu babalarının gördüğü ve çözüme ulaştırabilmek için üzerinde en çok durduğu sorunlardan biridir. Aslında Osmnlı imparatorlu döneminde II. Mahmut reformlarından beri görülen sorun. Bu sorunla ilgili kurucu babalar, İktisat Kongresinden bile önce, Kurucu Meclis Cumhuriyeti ilan etmezden evvel ilk eğitim şurası yapılmış, neler yapılması gerekiyorsa o günkü durumda tesbit edilmiş, yol haritası çıkarılmıştır. Eğitim sorunu ve niteliksiz işgücü devletlerin gelişmesinin önündeki en büyük engelken, bazı kesimler içinse olmazsa olmazdır. Ülkenin toprak ve makam baronları ve burjuvazisi için vazgeçilmezlerdir. Tüm sağ politikalar, toplumsal eğitime karşı, niteliksiz işgücünü kutsayıcı bir yapılanma içindedirler.
Ülkede 1950 lilerin başlangıcına kadar, eğitimle ilgili büyük hamleler yapılmış, kentsoylu ve nitelikli insan yetiştirebilmek için gerekli eğitimcileri yetiştirecek birinci kuşak programı uygulamaya konulmuş, üniversiteler, mesleki eğitim merkezleri, halkevleri ve köy enstitüleri oluşturulmuşken, 1950 den sonraki dönemi oluşturan toprak ağalarının kurmuş olduğu Demokrat Parti'nin feodal ağalar ve din baronlarıyla yapmış olduğu ittifaklar yüzünden ülkede tüm eğitim kazanımları kadük kalmış, birinci kuşak olarak yetişmiş eğitimciler bir şekilde Türkiye eğitim sistemini 1980 lere kadar pek parlak olmasa da bugünkü acınası durumdan biraz daha iyice olarak getirmişlerdir.
Bugünkü ekonomik ve sosyal sistemin izlerini ve bugünün neden böyle olduğunu 1980 darbesi sonrası Türkiye'den ('80 darbesini yapan, sözde Atatürkçü asker-sivil kesim dahil) görmek mümkündür. Ama daha geriye gidip 1960 darbesinde bugünün izlerini görmekte imkan dahilindedir. İnönü gibi bir figürün yaşıyor olmasına rağmen, 60 cuntacılarının ki İnönünün asker olması ve kurucu babalarından olması tavırlarında değişiklik yapmış, CHP tüzel kişilik olarak kalmış fakat siyasi bir figür olarak bir daha eski günlerine dönülmeyecek hale getirilmiş, bir şekilde silinmiştir. Askeri cunta Atatürk adına, tüm kazanımları aynı '80 de olduğu gibi emir-komuta ve tam bir Nato birliği gibi Amerikancı yapı içinde halletmeye çalışmıştır. Amerikanın Avrupa Projesi içinde Almanya'dan sonra Türkiyeye de anayasa ihraç etmesi, anayasa ile beraber yeni kurumlar ihdas edilmesi, ülkeyi daha da kaotik bir döneme sokmuştur.
Amerika Üçüncü dünya (ki bir dönem Almanya bile) ülkelerine politikalarını zaman aralıkları değişse bile birebir aynı reçeteleri uygulamıştır. Öernek; Irak, Pakistan, Güney Kore, Bangladeş, Arjantin, Meksika, v.b.
Türkiye 1920 li yıllardan itibaren planlı bir ekonomik ve sosyal kalkınma projeleri uygularken beraberinde nitelikli işgücü yetişirken, birden bire tüm ekonomik ve sosyal modellerin terk edildiği ve sözde demokrat modeliyle tanıştığı dönem başlamıştır. Kentleşmede, sanayileşmede, tarımda gelişmelerin konuşulacağı dönem siyasi söylemlerin kısır döngüsüyle geçmiştir.
Cumhuriyet döneminin başlangıç dönemlerini direk eleştirmek yerine (sonrasında bu yüksek sesle ve en iğrenç haliyle yapılacak) tarih deforme edilerek, merdien altı derğah ve tekkelerde anlatılmaya, yeni olmayan dini argümanlar sunulmaya, büyük mağduriyet hikayeleri anlatılmaya başlanmış. Küçük Anadolu şehirlerinin -kentleşmesi- yerine kasaba olarak kalmasına, toplumun olabildiğince kırsallaşmasına çalışılmış. 20-30 yıllık süreçte kırsallaştırılan bu kesimler göç dalgasının başladığı tarihlerde mevcut nüfus yoğunluğunu bloke eden büyük şehirlerde, aynı kırsallarını yaratmış, dini ve milli hassasiyet üzerinden beslenen kesimler buralarda teşkilatlanmalar yapmış, devletten önce kendi kurumlarını ve ağlarını oluşturmuşlardır.
Aslında bu göç dalgası, bu coğrafyanın gördüğü ilk göç dalgası değildi. Ta Doğu Roma döneminde 500'lerin başında bunun benzeri hatta aynısı bir göç dalgası Doğu Roma, İran, Avrupa'yı vurmuştu. Bizim bu dönem (1950 ve devam eden dönemde) yaşadığımız göçü bir tarafta İran, diğer tarafta Avrupa aynen almıştır. Fakat Avrupa bu olayı planlı olarak karşılamış, her ne kadar bu gün kaçak işgücü ve göçmen sorunları var ise de bizdeki ve İrandaki rejimi değiştirecek ölçüdeki gibi değildir.
500 lerde Orta Asya, Kuzey Avrupa üzerinden tüm kavimler birbirlerini önlerine katarak Avrupanın ortası ve güneyi ile Anadolu-Ortadoğu coğrafyasına deyim yerindeyse akmaya başlamışlardır. Göçebe, barbar ve savaşçı bu kavimlerin tamamına yakınının yerleşik kültürle bağları yoktu, hatta çoğunluğu ekip, biçme, üretme evrelerine gelememiş, yağma ve avcılıkla hayatlarını idame ettiriyorlardı. Bunların yerleşik düzene geçmeleri zaman aldı. Yerleşik düzende olanların üstüne kurdukları devlet yapıları, çoğunlukla mevcut düzeni sömürmek üzerineydi ve çok fazla eğitim-kültür ve sanatla ilgilenmediler. Ortaçağ karanlığının en büyük sebeplerinden biri de işte bu karışık dönemdir.
Bu dönemde aynı Tanrıya inanan iki din, onlardan daha eski bir Tek Tanrılı (o da aynı Tanrı) din temelinde ortaya çıkıp geliştiler. Fakat tek tanrılı dinlerde, çok tanrılı dinlerde olduğu gibi doğmatik olması, kesin kabule dayanması ve kendi özel din sınıfını yaratması sebebiyle pek de gelişmeye katkısı olmamıştır. Olumsuzluklardan olumlu doğması gibi, bu müesseselerin arasından belli dönemler çıktı. Fikirsel, teknik gelişmelerde bu dönemlerde oldu.
Üçüncü dünya ülkeleri işte bu dönemlerde de gelişmeleri yapan değil, ithal eden konumundaydı. Bir taraftan ithal ederken, yeni fikirler, teknolojiler gelişmesine pek imkan vermediler.
Kavimler göçüyle beraber Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yapılan saldırılar, Balkanlara Tunanın üstünden gelen saldırılar buralarda yerleşik insanların belli merkezlerde (kendilerince güvenli) toplanmasına neden oldu. Bu ilk başlarda tolere edilebilecek seviyedeyken sonrasında sayı çok fazla arttı. Selanik, İstanbul, Ravenna, İzmit'te nüfus çok arttı. Doğu Roma İmparatorları için bu büyük bir sorun olmaya başladı. Asayiş, sağlık ve güvenlik problemleri arttı, ekonomik yapı değişime uğradı.
Ve Bizans İmparatoru I.Anastasios İran-Sasani tehditi ve Barbar akınlarını da bahane ederek büyük bir imar yatırımı başlattı. Niteliksiz işgücü yeni savunma surları örüyor. Anadolu ve Ortadoğunun bazı yerlerinde dış tehditlere karşı yeni korunaklı kentler kuruyorlardı. Niteliksiz işgücü en başta ekonomik olarak rahatladı. Onlar rahatladıkça İmparatorluk bütçesi de hafifliyordu. Sonrasında bu korunaklı güvenli kentlere, kırsaldan akınlar başladı, yapılar artık çok değer kazandı. Değerlendikçe yeni ekler yapıldı. Kırsalda, tarlalarda artık ekim-dikim yapılmadığı, şehirler rant ekonomisi, ticaret ve faiz ekonomisiyle yürüdüğü için imparatorluk artık İstanbul dışında diğer kentlere ithal temel yiyecek maddeleri bulmak zorundaydı. Kısır döngü başlamıştı.
Comments