İslam Tasavvufunda Marifet Kapısının sembolü sudur. Gönül yolunda en sondan bir önceki mertebe olan Marifet Kapısı, hakikatine sadık kalan insanın cevherinden dolayı su ile ifade edilir. Bu safha ariflere mahsustur. Arifler gibi bu yolda ilerleyebilmek için su gibi arı, duru olmaya çalışmak, gayret etmek gerekmektedir.
Su bir aynadır. İnsan ruhunu görmek isterse suya bakabilmelidir. Suyun sırrı buradadır. Yaratıcıyı görmek için suda ki akse bakmak yeterlidir. Su, bize bizi gösteren bir ayna, kendini görebilen ise bütünü görebilecektir.
Irmaklar, dünyanın hayat damarları, yüreğini, beynini besleyen, dünyaya yaşamı veren sulardır. İnsan vücudu da aynıdır, en ulaşılamaz noktasına kadar bedenin diriliği taşır. Yalnız eti değil ruhu da besler. Şeyh Sadi şöyle der;
“Akıp giden bir derenin kıyısına otur da biraz düşün:
O suyun hızla akıp gittiği gibi senin ömrünün de her an akıp gittiğini gözlerinle gör.”
Irmaklar coşkun akarlar, sakin akarlar sonunda ya bir göle ki çoğu tatlı sudur ulaşır. Ya da denizlere ulaşır, denizler de tuzlu su kaynağıdır. O ırmaklar o tuzu acıyı dengeler, sürekli ölçer tartar. İnsan da tuzlu sudan gelmiştir, diğer tüm canlılar gibi. Deniz insanın ana rahmidir, başladığı yerdir derinlikler. O yüzden de ana rahminde suyun içinde şekillenir, ana rahminde kendi yurdundaymışçasına güvende hisseder kendi, bir atımlık sıvı, bizi meydana getirir. Bir avuç suyun içinde ruhumuz bizimle beraber yüzer ve beden çömleğine yerleşir. Artık o ruhun bedenidir ve sonrasında o ruh çömleğinin içinde mi kalmak istiyor yoksa kendini mi bulmak istiyor göreceksin. Su yaşam denilen hikayemizin yazıldığı sayfa, rüzgârda onun kalemidir. Mevlana bunu şöyle mısralaştırmış:
“Kalemin rüzgârdan, kağıdın sudan olursa, ne yazarsan derhal yok olur.”
Tabi okumasını bilirsen o hikaye kendinin başından sonuna bileceğin bir hikayedir. Yok okunur mu dersen, okunmaz. Okuyanlar boş sayfasının tabula rasa’nın nasıl dolduğunu harf harf takip ederler. Ya da levh-i mahfuz gibi kaydımızın nasıl tutulduğunu görürler. Irmaklar biz insanların kendini bulmasındaki damarlarımızdır. İnsanoğlu daima su kenarını sever. Nehir ve deniz kenarlarına karşı meyillidir. Derin mavisini, turkuaz rengini, yeşile çalan tonlarını seyretmek, köpürdüğünde köpüklerine bakmak ona huzur verir.
Suyun insana düşündürdüğü hakikatlar vardır. Kenarında kimi zaman tefekküre dalarız, kimi zaman anın keyfini, ferahını yaşarız. İşte bu sebeple ırmaklar dünyaya yaılmış diriliğin damarlarıdır. İşte ondan Irmaklar dünyanın hayat suyudur, tıpkı mitolojideki hayat suyu gibi. Mitolojideki, kutsal kitaplardaki ırmakları, o su kaynaklarını, hayat suyunu bilmeden suyu bilemeyiz, suyu bilemeyince de kendimizi bilemeyiz.
Hayat Suyu, bütün dünya mitolojilerinin en önemli motifidir. Ölen insanların her hangi bir suretle dirilmesi veya herkesin kendi hesabına bir ölümsüzlüğe erişmesi, bütün insanlığın istediği bir özlemdir. Altay ve Anadolu masalları ölüp de, kutsal ve sihirli bir güçle yeniden dirilenlerle doludur. Bu konu çok derin ve geniştir. Eski Türkler de yeniden can veren bu suya hayat suyu derlerdi Mesela Yunus Emre bir şiirinde şöyle diyor:
Nideriz Hayat Suyun biz canı yağmaya verdik,
Gevherlerini sarrafa, ma’den yağmaya verdik.
Bazı Altay efsanelerine göre göğün ikinci katına kadar yükselen Dünya Dağı’nın üzerinde bir Kayın Ağacı vardı. Hayat suyu da bu kayının altındaki kutsal bir çukurda bulunurdu. Türklerin kutsal ‘Gök Kayınları’bu efsanede de karşımıza çıkmaktadır. Bu hayat suyunun başında, yine kutsal bir ruh olan bir bekçi vardı. Efsaneye göre bu bekçinin adı Tata idi. … Minusinsk dolaylarında derlenen bu efsanenin Hayat Suyu ile ilgili bölümü şöyledir:
Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından
Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından,
Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı,
Bir karış bile değil o kadar yüzlek dardı.
Bir çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla,
İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla,
Altın bir kase vardı, bu suyun tam başında,
Bir de bekçi konmuştu, kim bilir kaç yaşında,
Ak-sakal Tata denir, bu bekçinin adına,
Tanrıça konmuş idi, bu kayının altına.
Yalnız Hayat Suyunun da nevileri vardır. Bazı masallarda Hayat Suyu yalnızca ölüleri veya hastaları iyileştirir. Bazı efsanelerde ise ihtiyarlara gençlik verir. Yakut Destanlarındaki Hayat Suyu da Er-Sogotoh’a yeni ve sonsuz bir güç vermişti. Buna benzer Hayat Sularını Anadolu masallarında da görebiliyoruz.
Peki, kendini bulma yolculuğunda fakirleşmek mi yoksa zenginleşmek mi şarttır? İkisi de; biri içsel, özben için diğeri dışsal için koşuldur. Dışsal için yoksullaşma birinci koşuldur. Ne kadar sadeleşir, ne kadar metadan ve kalabalıktan azalırsak ne kadar minimal yaşamaya meyil eder, dışımızdaki dal ve budakları törpüleyip budarsak o kadar gürbüz olur, kendimize giden yolun engellerini kaldırmış oluruz. İçsel içinde zenginleşmek gerekir. Duygu ve düşüncelerimizi berrak elmas haline getirip, düşünce elmas bıçağıyla onu öyle ustalıkla işlemeliyiz ki, dünyadaki en değerli taşlar yanında değersiz kum tanesi kalsın. Bu ustalığa erişecek şekilde kendimizi yetiştirip, özbeni beslersek varsıl oluruz. Özben de varsıllaştıkça kendimize ulaşmaya başladığımızı görürüz. İlk madde sudur; Mitoloji de ve teolojide bahsedilen her şey ile gerçek biliminin kabulüne giren her şey onun içinden çıkmıştır.
Mağara, elçiler, yolunu arayan keşişler, kendini arayan bilgelerin sığınağı. Aslında ana rahmi, arı suyun, kendi özümüzün, çanağı. Ruhun yeni yolculuğuna ilk başladığı, ilk şekillendiği, devinimin etki noktası.
Şair Sibel Uygun sevdiğini söylemiş olduğu sözler, aslında nasılda dünyadaki arayış durumumuzu, bulunduğumuz noktayı anlatıyor. İlk önce neyi öğrenmeliyiz ki, kendimizi bulma yolculuğuna çıkabilmenin iki mısralık çok hoş anlatımı;
“Ben yüzme bilmiyorum,
Sen hala bir denizsin.”
Su esasen şeffaftır. Yani renksizdir. Tasavvufta su gibi renksiz olmak, renklerden yani fani alakalardan ve bağlardan temizlenmek ve arınmak olarak görülmüştür. Mevlâna Mesnevi’de şöyle ifade eder bunu:
“Marifet; renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhurundadır. Nitekim göklerdeki bulutların, deryalardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semadaki güneştir.”
Renklerden arınan kişi, renksizlik ve hiçliğe vasıl olur. Yani benliğini çıkararak, cemâli sıfatların tecelli ettiği bir ruh, benlik sahibi olur. Renksizlik en kıymetli renktir. Yaratıcılık boyasına boyanmaktır. Kendimizin güneşi olmak, renkten renge, halden hale bürünmektir; renksizlik. Ruhta şeffaflaşmak ister, kabınında, kendinin de şeffaflaşmasını ister. Kabının şeffaflaşmasını ister ki, kendini yansıtsın. Kendinin şeffaflaşmasını ister ki, hayat denen yolda giderken, sinen isten, sisten kurtulsun. Kendi öz şeffaflığına dönsün.
Suyun ekseriyetle maî (sıvı-akışkan) oluşu, temas kurduğu şeyleri bünyesine katmasına sebep olur. Bu hususiyeti; onun, yapısına kıymetli minerallerin katılıp bir menba suyu olmasına vesile olabilir, kirlenip çamurlaşmasına da sebebiyet verebilir. Su, toprakla bulandıkça yapışkan bir çamur olur. Yapışmak ve kopmamak insanın sadakat duygusunu ve bağlılığınımı gösterir? Yoksa o yolculuğu başaramayıp, özüne dönemeyip, bulunduğu noktada saplanıp kaldığını mı? Çamura saplanmak, çamurlaşmak işte böyledir. İnsan özünde ruh iken, çömleğinin özüne katılırsa artık çömleğin bir parçasıdır. Onun gidişi, arayışı yoktur. Onun avuntusu çamurlaştıkça karakterinin, yapısının ne kadar inatçı, ısrarcı ve kararlı olduğudur. O kendini artık çömlek gibi sadık ve bağlı görür. Ama ruh özden ayrılmış, beden olmuştur. O mineraller ruhu zenginleştirir, ama çömlek suda ne kadar mineral olursa olsun, çömlektir. Fırınlanır olur, içine su konur, işte içine konan su mineralden faydalanmasını bilirse kimi tatlı/faydalı olur, kimi de acı faydasız. Birbirine zıt olan şeylerin şeklen birbirine benzer olması karşıtlıklarına engel değildir. Acı su da, tatlı su da berrak, duru olabilir. Şeklen aynı sudur. Acı veya tatlı olduğunu anlamak için onu tadabiliyor olmak lazımdır. Her tada bakan değerlendirebilir mi? Yoksa o zevki, yetkinliği geliştirmek mi gerekir? Evet yetkinliği geliştirmek gerekir. Suyun tadına bakmak, ruhun haline bakabilmektir işin sonunda. Su her şeye ölçüdür, misaldir, gidilen yolda. İnsan bu suyun tadına birinin istemesiyle mi bakar? Bakadabilir, ama o bakışın kendine buluş ta faydası olmaz. Kendimizi bulmayı, özümüzü görmeyi kendimiz istemeliyiz. Tanrı veya herhangi bir erk istiyor diye bakmak bir şey karşılığı içindir. O yapılacak şeyi “İNSAN” olabilmek için veya insan olduğumuz için yapmak, kendini bulma yolculuğumuza çıktığımızı gösterir. Yunus Emre bunu ne güzel ifade ediyor:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni” (https://www.antoloji.com/bana-seni-gerek-seni-siiri/)
Aslında acıyla, tatlı su aynı görünen karşıt olsa bile, ruhta hem iyi, hem kötü ayrışık durur. Biz baktığımızda gördüğümüz hangisiyle biz oyuzdur. Ondan sonrası bize aittir. Kurandaki ayette de (Rahman Suresi 19-20) öyle diyor, aynı ruhtaki gibi acı (kötü)/ tatlı (iyi) bir aradadır ama katışık değildir.
Katışmazlar, bir arada bulunurlar. Kimi acıyı öne çıkarır, kimi tatlıyı. Kimi bazen acıdır, bazen tatlı. Kişi kendine şunu diyebilecek halde olmalıdır. O zaman bütünü tatlı mı olacak, acı mı olacak belli olur. O söyleyeceği şey “birinizden uzaklaşın, ben ben olacağım. Siz benim aktığım yere vardım yere geleceksiniz” olmalıdır.
Her şey kendi menbasına çekilir, bu yerkürenin çekim kanunundur. Beden nasıl toprağa çekilirse, ruh ta bütüne ana kaynağına çekilir. Yani bütün akarsular nasıl denize akarsa ruhta kendi denizine akar. Denizler denizlere akar, sürekli bir akıntı vardır, bedendeki ruhta acı, tatlı birbirine karışmaz ama, denizler birbiri haline akarken acı tatlı birbirine karışık. Artık Bütün olur, öz olur. O öz içinde acı ve tatlıyı beraber barındırırken, aslında bütünde tektirler. Ne acı ne tatlı yalnızca öz ve saf. Ne zaman ki Bütünden bedene seyahat başlar işte o zaman ayrışma başlar, çömleğe öz olarak giren su bazen acılaşır, bazen tatlılaşır bazen de nötr olur. Aynı hayat gibi, durumlar gibi. İşte önemli olan hangi durum olursa olsun, duruma halimizle müdahale etmek değil, kendiliğindenin içinde Bütündeki gibi kalabilmektir. Yol akış sırasında bize bu Bütündeki su gibi kalabilmeyi, kendiliğindene müdahale edemeyeceğimizi, onun kenarında olmamız gerektiğini, ve gerçekleşmeyi görmek ama Bütün gibi kalmak gerektiğini öğretir. Unutmamak gerekir ki, hiçbir deniz gemilerin ayağına gitmez. Yine hiçbir deniz toprağın ayağına gitmez. Toprak onun bağrında bulunur, o toprak ona kıyı olur. Bazen de hırçın dalgalara set olur. Aslında o dalgalar toprak olduğu için dövmez oraları, zaten o dövdüğü yerler o suyun dalganın habitatıdır, denizin dalgasının önüne o konmuştur. Toprak hiç ses çıkarmaz bu bütünün kendisini dövmesine sadece bakar, çünkü o dalga belki de gel git kendiliğindendir.
Kendiliğindenlik acaba su için kader dediğimiz şey midir? Suyunda bir kaderi vardır. Aslında kader dediğimiz pek de tanımlayamadığımız, tanımlamaya çalıştıkça daha da tanımsız ve anlamsız konu burada suyun kaderi anlamında kullanılabilir. Kadere müdahale edilir mi? Beylik bir sözle söylersek, her şey kendi kaderini kendi çizer. Mistikçilere göre, yazılmış bir kader vardır, kimse müdahale edemez. Edilir, edilmez kader açısından önemlidir. Kendiliğinden için olana müdahale etmemek gerekir. Suyun Bütüne akışı kaderi midir? Kaderidir. Zaten kendiliğinden olan bir şeydir. Onun doğası Bütününe kavuşmaktır.
Su latif, yumuşak, sessiz bir kuvvettir. Bu tanım ne kadar Ruhun tanımına benziyor değil mi? Doğru. Bunun yanında, su, ısrarcıdır ve sabırlıdır. Latiftir ama olabildiğince sertte olabilir, en sert kayayı sabrıyla o yumuşaklığı ile delebilecek un ufak edebilecek kadar. Sessizdir ama insanı korkudan deli edebilecek kadar korkunç sesleri de içinde barındırır, en şifalı musikinin orkestrası da olabilir. Sessizliği kimi zaman huzur, kimi zaman korkunç bir çığlıktır. Öyle ısrarcıdır ki, devinimi boyunca sonsuz kere Bütüne gider, tekrar başka boyutlarda olur sonra tekrar Bütüne gider. İşte kendini arama budur. Sonsuzluk içinde bile kendimi buldum dediğin anda yolculuğun belki de yeni başlamıştır. Ve arama, bulma sürer gider. İncedir, narindir su, kimi zaman yangını söndürür ama yakıcılığını o hareketi veren ateşi içinde taşır. Kendi ateşini söndürmek için kendisi lazımdır. Yakıcılıkla yanıcılık. İyi ile kötü, acı ile tatlı gibi hep onunladır. Yakar kendisini, sonra kendisinin itfa sı olur. Söndürür ateşini. Şöyle bir harlanır, deli dalgalar gibi alevler çıkar içinden sonra fırtınadan sonra ki deniz gibi durulur, kendini söndürür. Aslında o ateş hep bir közdür, içindeki tözdür. Söndürdükçe harlanır. Ateşi hep içinde yanar. Tam ortasında kuşak gibi sardığı hayatın çekirdeği gibi, o magma gibi. Sükunet ve sessiz, dinginlik ve duruluk içindeki su aynı zamanda bir ateş topudur. Kendini yakan, kendini söndüren. O ateş topunu içerisinde taşıyan su, temizleyicidir. Temizlenip girin mabede, temizlenip anın beni der ilahi dinlerin Tanrısı. İşte böyle temizleyicidir su. Kişi kendini ruhunu kendisiyle temizler, kişinin mabedi, ilahi kitabı buyruğu olan kendisine tertemizken dönebileceğini. Arınmadan, temizlenmeden kendine yolculuk olmayacağının alametidir.
Su bilgidir, akıldır.
“Bilgisi ırmak gibi, ne diyor dinle
Bilgisi ile gönüller, göğüsler aydınlanır
Ayrıca bilgi denize, akıl ırmağa benzetilmiştir
Senden işitmek gerek, ne söz var ise
Bilgi de denizsin sen, akıl da ırmak” (Kutadgu Bilig)
Comments