Yolun tarikat olursa o yol tutucudur, özgürlük ve iradenin teslimini ister. Kendine barikattır, tarikat. Tasavvuf düşünmektir, tasavvuf özgürlüktür, kendine giden yol tasavvuf olursa, Ene’l Hak desen de özgürsündür. Hiçlikteki damlayım demekte de hürsündür. Tarikat, barikatsa; Tasavvuf, hakikattir.
Tasavvuf felsefi kelime anlamı ile; “Tanrı’nın varlığını, birliğini, niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliğiyle, yaratılanla yaratanın bir oluşu, aynı kaynaktan gelişi anlayışıyla açıklayan dinsel ve felsefi akım, İslam gizemciliği” diye tanımlanır. Tasavvuf temelde, insanın bilinçli bir varlık olduğuna dikkat çeker ve ruh-beden düalizminden bütüne ulaşmayı anlatır. İnsanın bütünden ayrı iken ki yalnızlığını erdemle aşabileceğini belirtir.
Yunus Emre insan felsefesi, özgürlük sorunu, ahlak felsefesi ve varlık sorunu üzerinde durmuştur. Özellikle varlık felsefe bizim biraz daha üstünde duracağımız düşün’ü. Tabi buna bağlı olarak insan, özgürlük ve ahlakı da değerlendireceğiz. Bilindiği üzere, varlık sorunu üzerinde insanlık eski çağlardan beri çok durmuştur. Thales varlığın sudan, Anaximandros sonsuzluktan, Anaximenes havadan türediğini iddia etmiştir. Pisagor varlığın aslının sayı, Herakleitos logos, Xenophanes toprak, Empedokles dört unsur olduğunu söylemiştir. Platon varlığın aslının ideler, Aristoteles ilk hareket ettirici Tanrısal güçten söz eder. Plotinos ise herşeyin Bir’den-Tanrı’dan çıktığını anlatmıştır.
Proto-İslam düşünce ekolünden İşraki’ler her şeyin Allah’tan sudur ettiğini belirtir. Varlık ışığın güneşten doğuşu gibi, Allah’tan doğup dağılmıştır. Varlık zaman açısından öncesizdir, madde açısından ise varlığın var oluş sebebi Allah’tır.
Meşşailer ise varlık öncesizdir, zaman yönünden varlık öncesiz, madde itibariyle Allah’ın anlığı ile beraberdir derlerdi. Aynı bir kişinin gölgesinin alının hareketine bağlı olduğu gibi. Bunu da; Allah, varlığı öncesiz irade etmeyip sonradan var etseydi Onun iradesi değişken olurdu. Değişkenlik ise Tanrı’ya yakışmaz düşüncesine dayandırmışlardır.
“’Hayat; ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizii ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler’ derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar.” (Câsiye Suresi 24)
Yukarıdaki ayette de düşüncelerine cevap verilen, İslam felsefesinde Dehrîler denilen bir akım vardı, bu akım varlığın öncesiz olduğunu, tanrı kavramına karşı açık karşıtlıklarını koymuşlardır. Dehriler, varlığın öncesizden beri devredip geldiğini ileri sürmüşlerdir.
Varlık hakkında önemli görüş sahiplerinden Vahdet_i Vücutçular çok etkili olmuşlardır. Bu felsefeye göre varlıkta birlik vardır. Her şey Tanrı’nın eseri ve görüşünden ibarettir. İnsan da Tanrı’dan bir parçadır.
Yunus Emre’nin ontolojik düşüncesini açıklamak için Tanrı, insan ve alemin niteliği üzerinde durmak gerekir. Yunus’a göre Tanrı öncesizden beri vardır. Her canlının sahibi ve yaratıcısıdır. Ancak bu yaratmayı Yunus yoktan var etme biçiminde açıklamamıştır. Tanrı öncesiz olduğu gibi insanın ruhu da Tanrı katında öncesizdir. Beden de Allah katındandır, sudan/özden Tanrı yaratmıştır. Özünde su da Tanrıdandır yani evvelsizdir. Ve Secde suresinde belirtiği gibi kendisinden üflemiştir.
“Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş: sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde Suresi 9. Ayet)
Ve bundan dolayı Yunus’a göre insan da Tanrılık gücü vardır. Beden oluşup nefis bedene yerleştirilmeden sonsuz evvelde ruh Tanrının kendisiydi. Kendi dizeleriyle;
“Âdem yaratılmadan
Can kalıba girmeden
Şeytan lânet olmadan
Arş idi seyran bana.
Bu tılsımı bağlayan
Cümle dilde söyleyen
Yere göğe sığmayan
Girmiş bir can içinde.”
İnsan ruhu, Tanrı katında iken hiçbir kaygı ve tasası yoktu. Ancak Tanrı alemi yaratmayı diledi ve yarattı. İnsan da bir kalıba (bedene) girmek durumunda kaldı. İnsan varlığındaki kaygı ve tasa; Tanrısal güç olan ruhun, bir kalıba sığmaya çalışmasıyla başladı. Ruh özünü özler. İstikametini özüdür. Yunusa göre ruhun özü Tanrıdır. İnsan erdemlerle ruhunu besledikçe, Tanrıya yaklaşır, daha özgür olur.
“Geldik bu mülke bahane,
Seyreyledik hoş şahane,
Sefer kılarız uş yine
Vatanımız anda idi.”
İnsan, varlığının farkında olan, içinde Tanrı’nın varlığını bulabilen bir yaratıktır. İnsan bilinç ve düşüncesiyle öteki varlıklardan farklıdır.
“Beni bende demem bende değilim,
Bir ben var bende benden içeru.”
Yunus Emre’nin felsefesine göre insan sevdikçe varlığın aslını ve özünü kavrar ve yine özde varlıkla bir olduğunu anlar.
Yunus, Mevlana gibi bu toprakların büyük düşünürleri insanı kainatla özdeşleştirmişlerdir. Bu özdeşleştirmede kaynak olarak kendilerine Kuranı almışlardır. “Ve nafahtü fihi min rûhî”, “Ben insana kendi ruhumdan üfledim” diyor Kitap ve Kitabın sahibi. İslam da Allahın son elçisi olan Muhammed de bir kutsi hadisinde “İnnellâhe halaka Âdeme alâ sûretihî”, “Allah insanı kendi biçiminde yarattı” buyurmuştur. Yine Kuran da “Külli şeyin halikûn illa vechehû”, “Herşey yok olacak ancak Allah kalacak”. Dikkatle okunursa, baştan itibaren bu felsefe de Tanrının, ruhu kendinden verdiğini yani kendisi olduğunu, hatta bedeni bile kendisinin timsaliyle yarattığını söylüyor. Allah herşey yani maddeden olan yok olurken, Ruh yok olmayacak demektedir. Çünkü yine Kuranda “Kullu nefsin żâ-ikatu-lmevt sümme ileynâ turce’ûn”, “Her nefis, ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz” (Ankebût Suresi 57) derken dünyevi can olan bedenlerin ömürlü olduğu ve sonlanacaklarını, fakat o beden içinde hapsolmuş olan Ruhun Özüne döneceğini açık olarak söylemektedir. Ruh aslı itibariyle yok olmayacak olandır zaten.
Yunus Emre’nin özgürlük düşünüde bakılması gereken bir konudur. Ruh aslı itibariyle bedeni hapishane olarak kabul eder. Beden, ruhu hırs peşinde koşturur, nefes nefs’e düşer, beden bir türlü doymaz. İşte Ruh özgürlüğünü bedenin nefsine köle olduğu zaman, ikinci kere kaybeder. Beden de süreli hapishane de olan Ruh, bedenin talepleriyle yoğrulmaya başladığında ağır bir cezanın altına daha girer. Ruh için varoluş, sıkıntının, kaosun kendisidir. Peki Ruh ne yapmalıdır? Aşkla (burada aşk İradedir) bedenin tutsaklığından kurtularak, erdemle ruhu beslemeyi seçmelidir. Erdem yani faziletle. Adaletle, doğrulukla, ölçülülükle, sabırla, iyi niyetle, kötülükleri eriterek. O zaman ruh özgürlüğe kavuşur ve bedeni de kendi emrine alır. Yunus’a göre gerçek ruh özgürlüğü de işte budur.
Kendimiz, düşündüğümüz neysek oyuzdur. Kendimizi bulmak için düşünmek eylemi devreye girer, ben neyim?sorusunuz cevabını düşünerek veririz. Ben soruna düşünerek bulduğumuz cevaplar aslında bizim kendimiz için olan düşüncelerden başka bir şey değildir. Shakespeare’nin de dediği gibi “düşüncelerin neyse hayatın odur. Hayatının gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir.” Kendini bulmak istiyorsan da mevcut kendini düşün, mevcut kendin Sen değilsen, kendini değiştir. Düşüncelerin kendini bulma isteğini, mevcut ve bulacağın hakkında senin tercihlerini gösterecektir zaten. Hesse Siddhartha da şöyle diyor: “Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi.”(sayfa 71). İlk olarak düşünmek gerekir kendimizin kaderi için, sonra da yazmak gerekir. Eğer yazılmış kader kabulüyle gerçek dışı bir kadercilik anlayışını kabul edersek, o kabulün sana getirdiği hayatı yaşarsın, ama eğer ne olduğunu, ne olman gerektiğini düşünür, sorgularsan o andan sonra kader sensindir, düşündüğün değiştirdiğini yani istediğin seni Kendin olarak yaşarsın. Sabredeceğiz, akıllı olacağız tabiki de, sabrı ve aklı beraber kullanacağız. Kader dediğimiz şey bir yerlerden bize dikte edilmiş olan alınyazısı değildir. Düşünmek, yazmak (burada yazmak rotamızı çizmek, hedeflerimiz, şartları belirlemek olarak algılanmalıdır), sabretmek ve akıllı olmak. Bunlar aslında kararlı bir ruhun oturacağı temelin direkleridir.
Yol aslında kendini bulma da düşünüp, yazdığımız kararımız, rotamızdır. İşte düşündük ve yazdık dedikki, kendimizi özümüzü bulacağız. Kararla beraber çıktığımız başlangıç noktası ile hadefimiz varış noktamız arasında sabırla yürüyeceğimiz güzergah yolumuzdur artık. Bu yolda tek rehberimiz ise düşünmeye başlamamızı, yazıp rotayı çizdiğimiz, sabretmemizi sağlayan akıl. Akıl, ruha şunu diyecek, “ruh seni özüne götürmeye, bütüne vardırmaya karar verdim, yolda rehberlik edeceğim, sen beni kapsayansın, ben de kendim olmak istiyorum. Benim kendim olabilmem için, senin özgür olman gerek, parçası olduğun bütünle bütünleşmen gerek. Ruh sen benim dahil olduğum herşeyin oluş sebebisin. Sen oluşsun, Bütün oluşların hedefidir. Sen seninle kavuşmazsan ben kendimi bulup, kendim olamam”. Yol devinimdir aslında, başlangıcı ile varışı belki de aynı nokta olan kısır döngü, yol burada başlangıçla bitiş arasında kendisini takip edenlere eğitim yaptırır, kimi zaman çile çeker yolda, kimi zaman mutlu olur. Kimi zaman ümitsizlik vardır, kimi zaman müjdeler, kavuşmalar. Yol kendi başına hem bir araç, hem de amaçtır.
“Siddhartha pek çok şey öğrendi Samanaların yanında, kendisini Ben’den uzaklaştıran pek çok yolu yürümesini öğrendi.” (Sayfa 25)
Siddhartha yeni eğitimler alıyor yeni şeyler keşfediyor. Devinimi o bitmeyen döngüyü, sürekli yaşamayı görüyordu:
“Ve yeni bir susamışlık içinde bir avcı gibi bekliyor, çevrimden kurtulmasını sağlayacak, nedenleri sona erdirip çilesiz bir sonsuzluğu başlatacak boşluğu gözlüyordu. Duyularını öldürüyor, belleğini öldürüyor, binlerce yabancı kılıkta Ben’inden sıyrılıp çıkıyor dışarı, hayvan oluyor, leş oluyor, taş oluyor, tahta oluyor, su oluyor ve her defasında yeniden uyanarak kendi kendisine kavuşuyor, gökyüzünde ister güneş parlasın, ister ay, yine Ben olup devridaim içinde salınımı sürdürüyor, susuyor, susuzluğunu dindiriyor, yeniden susuyordu.” (sayfa 25)
“Ama yollar kendisini ne kadar Ben’den uzaklara alıp götürse de, bir yerde durup ileri geçmiyor, onu yine Ben’e getiriyordu.” (sayfa 26)
Ben’den kurtuluştan, bütün yollarla Ben’den uzaklara gittikten sonra Ben’in yanı başında olması o kadar çileden, ızdırapdan sonra yeniden Ben’e dönmek. Çevrimin dışına çıkamamak Siddhartha’yı sorgulamaya, kendi içinde yeniden değerlendirmeye götürdü.
“Nedir bu murakebe? Neymiş bedenden çıkıp gitme? Neymiş oruç? Neymiş nefesin tutulması? Ben’den kaçıştır bu, benliğin eza ve cefasından kısa süre için yakayı kurtarmaktır, acıya ve yaşamın anlamsızlığına karşı süreli bir duyarsızlıktır.” (sayfa 26-27)
Siddhartha yoldaşı Govindaya, bu kendini bulma yolculuğunda tam Ben’den uzaklaşıp, öze ulaştıklarını sandıklarında, tekrar Ben’e dönmelerini bir kısırdöngü içinde olduklarını anlatıyor:
“Ne diyorsun, dostum Govinda, acaba doğru yolda mıyız? Acaba bilim denen şeye, esenlik denen şeye yaklaşıyor muyuz? Bir kısır döngü içinde dolanıp duruyor muyuz yoksa - Oysa biz çevrim denen şeyden kaçıp kurtulmayı düşünmüyor muyduk?” (sayfa 27)
TEKLİK / BÜTÜNLÜK
Varlık sorunu ortaya atıldığından beri insanların en büyük sıkıntısı; özellikle Tek tanrı inanışında olanlar bunun merkezinde olmak kaydıyla varlığı tek’likten yaratma kaygısı. Aslında varlık sorununu ortaya attığı iddia edilen Thales’ten beri Arkhe, töz, güç, erk. İnançlar çeşitlendikçe tanrılar, elçiler, doğaüstü güçler ilk Arkheliği üstlenmişler. Tek’lik kavramı başlangıçta işi basitleştirmek için düşünce dünyasında temellendirmelerde kullanılmış. Daha sonra bu teklik ilahi yaratıcılara atfedilmiş. Thales ilk arkhe “Su” derken, belki de varlığı oluşturan ilk madde su demek istememiştir, belki de istemiştir.
İstememiş se bu bizlerin yakıştırması olabilir. Fakat aynı Thales Tanrı için de sonsuzluk kavramını, yaratıcılık kavramını kullandığı da göz önüne alınırsa, ilk madde olarak Su demiş olma olasılığı daha yüksektir.
“Thales Tanrının ne olduğunu soranlara ‘Başı sonu olmayan şey’” cevabını vermiştir.
İlk başta söyleyelim, ilk madde diyenlerde, dört element diyenlerde, tek tanrı diyenlerde bir çokluktan, ikilikten, kimi durumda iki den fazlasından söz ederler. Su iki farklı atomun “maddenin yapıtaşının” birleşmesinden oluşur. İlginçtir, biri yanıcı biri yakıcıdır. Hava farklı atomlardan oluşur, tek başlarına hayat için tehlike arz edenler bir bütün olduğunda hayat olurlar. Çokluk bir araya gelerek bütünü oluşturur. Aslında İnsanın ortaya koyduğu Tanrıda çokluktan bütüne varmış, her bir özelliği tek bir özde birleştirmiştir. Zıtlıklar temel olarak biraradalığı o da bütünlüğü getiriyor.
“İnsanların büyük çoğunluğu Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgarın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörünge de ilerler durur, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar ….” (Sayfa 77)
“… Geçmişte olan, gelecekte olan hiçbir şey yoktur; her şey vardır sadece, şu an içinde varlık sahibidir.” (sayfa 108)
“… Zaman aşılır aşılmaz, zaman düşüncesi kafadan çıkarılır çıkarılmaz dünyadaki bütün güçlükler, bütün düşmanlıklar silinip gitmiyor mu, yenilgiye uğratılmıyor muydu?” (sayfa 108)
“Hayır gerçekten arayan biri, gerçekten bulmak isteyen biri, hiçbir öğretiyi benimseyemezdi. Ama aradığını bulanda hangi öğreti olursa olsun, hangi yol, hangi amaç olursa olsun hiçbirinden onayını esirgeyemezdi. Artık onu sonsuzlukta yaşayan ‘Tanrısal”ı soluyan binlerce başka kişiden ayıran hiçbir şey yoktu.” (Sayfa 111)
“… Sevgi, dostum Govinda, her şeyin başı gibi görünüyor bana. … Ama benim için tek önemli şey dünyayı sevebilmektir; onu aşağılamamak, ona ve kendime hınç ve nefret beslememek, ona kendime ve bütün varlıklara sevgiyle, hayranlıkla ve huşuyla bakabilmektir.” (Sayfa 143)
Azerbaycan Bakü de, Emir Tahmurs’un mezar sandukasının üst yüzeyine bir hadis nakşedilmiştir. O hadis’te şöyle ifade etmektedir Muhammed ölümü ve o yolculuğu;
“Kâle’n-Nebiyyü salla’llâhu aleyhi ve sellem
İnne’l-kabra evvelü menzilin min menâzili’l-ahira
El-mevta ke’sün ve küllü ünâsin şâribuhû
El-kabru bâbun ve küllü ünâsin dâhiluhü.”
“Peygamber -Selam ve dua O’na olsun- buyurdu ki: Şüphesiz kabir ahiret yolundaki durakların birincisidir. Ölüm bir kâsedir, insanların hepsi onu içecektir. Kabir bir kapıdır, herkes oraya girecektir.”
Ölüm bir kasedir. Ölüm bedendir aslında. Beden de bir kasedir Ruh için. Ölümle beraber, ruh özgür kalır. Kabir kasenin girdiği kapı, özgür ruhun çıktığı kapıdır. Yani Kabir ruhun kaseden sonra özgür kalıp, yolculuğa başlayacağı ilk duraktır, nasıl ki beden denen kaseye son durak olduğu gibi.
Kendini bilmek için; akıl gereklidir, erdem gereklidir, istek ve sebat gereklidir. Kendini bulmak için, bu üçüne sahip olan neleri idrak ederse sonuca doğru gider, bu ne ile olur? Bilgi ile olur, denge ve ahenk ile olur, sabır ile olur, öz denetim ile olur, kendiliğindelikle varmak ile olur. Gereklilere sahip olan, nelerle donanmalı neleri bilmeli; yolu bilmeli, suyu bilmeli, ruhu bilmeli. Hepsini tamam edenin ulaşacağı; Öz, özgürlük, Evrensel Sonsuz Devinim. En sonunda olacağı Bütündür. Parçalıktan, lime lime olmuşluktan bütün olmaya varış. Artık Kim olacak sorusuna yanıt; Bütündür.
Aslında insan kendi yolculuğunu anlatır, o sonsuzluktaki bitmez tükenmez Evrensel Devinimini anlatır. Varoluş efsanelerinde, tanrı kitaplarında, kiminde bir bilgeye, bir ozana söyleterek, kiminde yüce ulu tanrılara atfederek aynı yolculuğu anlatır. Benzetimler, semboller ufak tefek değişir ama işin özü hep aynıdır aslında. Çevirim, hayat denen döngü. Ya da topluca Evrensel sonsuz devinim. Öyle bir devinim ki bu, tanrılar gider gelir, ölümsüzler gider gelir; tek olarak kalan, devinimin kendisidir.
Delfi tapınağındaki yazıdan yola çıkmıştık. Kendini bul. Kim bulacak? Kendin bul. Tapınaktakiler aslında soru sormaya girenlere, çözüm isteyenlere, kutsal tanrısal cevabı duymak isteyenlere daha girişte vermişler cevabı; Kendini bul. Kendin bul. Zaman arayana, varlık arayana, tanrısal arayana el cevap, kendini bul; kendin bul.
Kendimi bulacağım, neyle? Ruhumla, çünkü bedenle bulduğum kendim bir ceset. Ruhumla bu bedenle bulmaya başladığım kendim, yolculuk aslında devinim serüveninin kahramanı. Devinim aslında her seferinde başa dönmek değil. Her döngü başlangıç ve bitiş noktası aynı nokta olan bir rota. Ama o noktadan devinime giren kendim ile yolculuk sonunda geldiğim aynı noktadaki kendim aynısı mı? Her baharın birbirinin aynı olmadığı gibi, her anın bir önceki ile aynı olmaması gibi.
Aslında kendini bulmak sonunda umulan itibariyle mutluluğu bulmak, kazanmak; iyi olmak, iyilik ve huzur. Üçünün bir araya gelmesiyle ortaya çıkan estetik. Bir katedral ve muhteşem bir cami taşların üst üste konulması veya taşların dantel gibi oyulmasıyla estetik değildir. Huzur barındırmasıyla, mutlu hissettirmesiyle iyiliği hatırlatmasıyla ve ruhun o ince nefesini duyumsatmasıyla estetiktir. Her insanda aslı itibariyle estetik bir yapıdır. Ama eti, derisi, rengi ile değil. Kendisinde taşıdığı ve ruhuna nüfuz ettirdiği bu üç hasletle.
İbn Arabi Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde çok güzel anlatıyor aslında kendi inanç sistemiyle kendini bulmayı. O Arabiye göre kendini bulmak bir ayna metaforu gibidir. Aynaya bakan aradığı kendini yani tanrıyı görür, işte o aynaya baktığı zaman tanrının kendini , kendinin de tanrıyı görme anıdır, kendini bulmak.
Sen bilir isen kendini, O’da bilir kendini…
Sen tanır isen nefsini, O’da tanır nefsini…
O vakit arif olursun, Hak makamına ulaşırsın.
Alemler görünür, bütünleşir Ayn’ında,
Olur Tek Alem
Hak gözünden seyreylersin cümle alemi.
Kendinle olan arayışın bir bakıma kendini düşman belleyip, onunla mücadele etmektir. Halil Cibran buna başka bir açıdan bakar;
“Tanrı düşmanını sev dedi,
Boyun eğdim ve kendimi sevdim.”
“Kendimizi anlamak, hiçbir otorite gerektirmez. Kendimizi anlamak için ne dünün otoritesi gerekir ne de bin yılın. Çünkü biz canlı varlıklarız, devamlı hareket eden, akan, hiç durmayan. Kendimize dünün ölü otoritesiyle baktığımızda yaşam denen hareketi, o hareketin güzelliğini ve niteliğini anlayamayız. İster kendinizin ister başkasının olsun, her türlü otoriteden kurtulmak, düne ait her şey karşısında bir ölü gibi tepkisiz olmaktır; böylece zihnimiz daima taze, daima genç, daima masum, hayat ve tutku dolu kalır.” (Jiddu Krishnamurti / Bilinenden kurtulmak)
“…zarafet en saf haliyle ya hiç bilinci olmayan ya da sonsuz bilinç sahibi olan bir insan suretinde bulunacaktır, yani bir kukla da yada tanrıda.” (Henrich von Kleist ‘Über das Marionetteentheater’)
Bedensel irade ve tasavvufi inançlar beden üzerinden bulma, erme yaparlarken, Tanrısallık vehmettikleri sonsuz bilinç sahibi Tanrıya, aynı insani bedeni giydirirler. Kendini bulma sürecini bedeni kutsama ve temizleme olarak kuran bedeni irade, kutsadığı Tanrısallığa, bedeni ödüllendirme gücü de bahşetmiştir. Bu bahşetme aslında ölümle işlevsiz kalacak bedene cennetler vadetmekte ve bu cennetlerde dünyada iken bedensel olarak temizlenmek için uzak durduğu, dünyada iken kötü, cennetteyken ödül, kutsal olan şeyleri sınırsız ve sonsuz vermektedir. Bedeni iradenin yarattığı Tanrı, ölümlülere vahyederken, “ben sizi kendi suretimle yarattım” diyerek, bedenin ve beden işlevlerinin Tanrısallığını vurgulamaktadır. Tanrının suretindeki insana yine aynı Tanrı ruhunda da üfleyerek, ruhta vermektedir. Tanrı böylece kendi klonlarını yaratmaktadır. Ruh açısından baktığımızda ruhun kendisini bulması yani evrensel devinime dönmesi, şu gerçeği de bedeninin yüzüne vurmak gibidir, “şunu demek istiyorum: Sadece topraktan yapıldığımızı göz ardı edemezsiniz” (Philip K. Dick)
Beden ruhla bütünleşik iradi evrimini tamamlarken, kendi bilincini de oluşturmaya başlar. Bu bilinç içinde kavradığı, sonlu olduğu, bir hamal, bir kılıf veya kap görevinden başka asli olarak görevi olmadığı olur. Bu süreçten başlayarak, toplumsal inanç sistemleri içine sıkışıp kalmayı ve toplumsal inanç sistemleri içinde sıkışıp kalmayı ve toplumsal bilinç içinde oluşturduğu avuntu mekanizmasıyla kendi kendine aslında ne kadar önemli olduğunu, sonsuzluğa varabileceğini, hatta ilahi ve tanrısal olduğunu telkin eder. Ruha ve tüm kainata ait olan ama varlığa ait olmayan ezel ve ebet kavramlarında kendine kendince yer bulur. Tabi bu yer bulma sanal bir gerçekliktir. Tıpkı ruh onu bırakıp gittiğinde, süresi belirsiz bir zamanda ödüllendirileceği ve cezalandırılacağı ve bugünkü güç yetiremedikleri ile yüzleşip hesaplaşacağı öbür alem gibi. Tabi mantık oluştururken oraya mevcut ruhunu da götürür, o ruhuna da bedenin kendi bilinciyle yapıp ettiklerinin cezasını çektirir. Halbuki ruh o yapılıp, edilenlerden uzaktır. Çünkü ruh tamamen iyi ve kötünün saflığı ve dengesi üzerinedir.
Bedenin kendi kendine geliştirdiği haz ve tatmin için yaptığı veya bedensel ihtiyaçlardan dolayı yapageldiği şeylerin hiçbiri, ruh için bir anlam ifade etmemektedir. Ruhu irade, ruhun bilinciyle, bedenin bunların bulaşığı ile oluşturduğu en alt irade ve bilinç farklı mekanizmalarla işlemektedir. Beden de her şey tüm varlıklardaki gibi fizikseldir. Bedenin aklı da buna dahildir. Ruhun akletmesi ile bedenin akletmesi de birbirinden farklıdır.
“Bilge ve iyi kimsenin onca bilgi içinden en çok aradığı, kendini bilmektir.” (William Shakespeare)
“Kendini tanımak, size huzur getirir.”
“Çünkü kendini tanıdıkça, berraklık artar; çünkü kendini tanımanın sonu yoktur -bir başarıya yada sonuca ulaşamazsınız-. Sonsuz bir nehirdir o. Onu incelerken daha da derinlere gider ve huzur bulursunuz. Zorlama bir disiplinle değil kendini tanımakla zihin sakinliğe ulaştığında, işte o zaman, o sessizlikte gerçeklik var olabilir.” (Krishnamurti)
“Kendini bilmek, bulmak, tanımak; güneşe doğru yürümektir.”
“Bir şeye tam dikkatimizi vermek için bütün varlığımızın entegrasyonu gereklidir. Çünkü bir bilinç seviyesinde öğrenmek, bilmek isterken, bir başka seviye de ise o bilgi, yıkım anlamına gelebilir çünkü bütün hayatınızı değiştirebilir.” (Krishnamurti)
Kendi olan özgünlüğü uygular. Kendini tanımak, sizi daima özgünlüğe, kendimizi başkalarına ve bilhassa kendinize dürüst ve samimi bir şekilde kendinizi kandırmadan sunmaya götürecektir.
“Özgün olan kişi, kendisi olma sorumluluğunu üstlenir ve kendisi olmak için özgür olduğunu kabul eder.” (J.P. Sartre)
Kendinizi daha iyi tanıdığınızda özgün olma becerinizi artırırsınız. Daha şeffaf ve açık olur, sevgi ve bilgeliğe daha yakın hale gelirsiniz. Anlam derinliğinizi keşfedersiniz.
Hüd hüd kuşu (simurg ayna da peki ayna da gördüğün kim?)
Pers imparatorluğunda erdemin simgesidir, hüd hüd kuşu. Süleyman peygamberin sağkolu hüdhüd kuşu, suyun takipçisi hüdhüd kuşu, bilgeliğin ve arayışın kralı hüdhüd kuşu. Simurg’u (Zümrüd-ü Anka) kuşların kralı olarak gösteren kuştur. Vahdet-i vücud felsefesine dayanan tasavvuf eserlerinde mürşid-i kamili simgeleyen kuştur. Mit’e göre, kendilerine kral arayan kuşlar içlerinden en bilge görülen Hüd Hüd öncülüğünde Simurg’u bulmak için tam bin kuş Kaf dağına doğru yola çıkarlar. Yolda karşılaşılan engelleri aşabilen otuz kuş kalır ve en son “otuz kuş” demek olan Simurg’un kendileri olduğunu vardıkları sarayda getirilen aynalarda kendilerini gördüklerinde anlarlar. Daha sonra hepsi Güneş’te kaybolarak fenafillah (ölmeden önce ölüp, yokluk sırrına ermek)’a ulaşır ve bekabillahı (sonsuzluğu) yaşamaya başlarlar.
Tabi hüd hüd’ün kuşların bilgesi olması Antik Yunan’a kadar dayanır. Antik Yunan yazmalarında kuşların kralı olarak geçer. Persler, Antik Anadolu ve Yunan uygarlıklarıyla temas ettiklerinde mitler el değiştirmeye, onlarda olanlar Perslere ve Perslerde olanlarda onlara geçmeye, kültür alışverişi olmaya başlamış, hüd hüd kuşu da böylece başta Pers mitolojisi olmak üzere coğrafyalarda özel bir yere oturmaya başlamış. Ayrıca hüd hüd kuşu uzaktaki ve yerin altındaki suyu bulma gücüyle de mitoslarda tasvir edilir. O da bir kendini bulmak için, suyu bulma hikayesidir.
“İnsanı ancak kendisi tamamlar
İçinde başka dışında başkasın
Eksiğin fazlana elbet bulaşacak
Öbürü sığacak bunun derisine
Yoksa sabaha çıkamazsın.”
(Atilla İlhan)
İnsan özdeğerini kendini kabulle artırır. Bu kabul etmek kendimizi olduğumuz gibi, tam ve nasılsak öyle kabullenmek ve öylece onaylamak ile olur. Tüm yetkinlik ve yetkinsizlik hallerimizin tamamı ile kabul. Eğer kabul sürecinde özdeğerimizi artırırsak, özgüvenimizde artacaktır.
Kendimizi bulmak, kendimiz olarak harekete geçmek, kendi sınırlarımızın ve kendimizin farkında olarak, yola devam etmektir.
“Kendini Tanıma Ne Değildir?
1. Bazı insanlar kendini iyi tanımanın insanın bilinçdışında olanların farkında olması olarak düşünürler. Oysa bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir beklentidir.
2. Kendini iyi tanıyan, insan duygularını ve düşüncelerini bütünüyle kontrol edebileceğini düşünenler olmakla birlikte bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir beklentidir.
3. Bazı insanlar kendini iyi tanıyan insanın iradesini kullanarak davranışlarını tümüyle kontrol edeceğini sanırlar. Bu da gerçekleşmesi mümkün olmayan bir beklentidir.” (Özmen, Erol)
“Kendini tanıma niyetinde olanların ilk belirlemeleri gereken şey niyetleri. Çünkü bu yolculuğun sonucunda varacakları yerde niyet ettikleri olacaktır.” (Akyıldız, Mesut)
“Kendini tanıma yolculuğu derken burada bahsedilen ‘kendi’ kavramını uzun uzun düşünmek gerekiyor.” (Akyıldız, Mesut)
“Kendini tanıma yolculuğu herkesi aynı yere vardırmıyor. Aynı metodoloji ve benzer yöntemleri kullananlar bakıldığında farklı yerlere varıyorlar. …. Sonucu metodoloji ve yöntem farklılıklarından ziyade niyet farklılıkları belirliyor aslında.” (Akyıldız, Mesut)
“Kendini tanımak, bütün bilgeliğin başlangıcıdır.”
Kendini tanımak bilgeliğe işaret eder.
“Kendini tanımanın faydaları;
- Mutluluk
- Daha az iç çatışma
- Daha iyi kararlar verebilme
- Kendini kontrol edebilme
- Sosyal baskıya direnç (çoğunlukla hayır diyebilme durumu). Bu kişiye özgüven ve özsaygıyı getirir.
- Tolerans ve başkalarını anlayabilme
- Canlılık ve memnuniyet
“Kendini tanımak, sonsuz bir okyanustur.”
“Kendimizi tanıma süreci; cesaret, dürüstlük, sevgi ve sorumluluk gerektirir.”
“Kendimizi tanımak için önyargılardan, başkasını suçlamaktan, nefret ve güceniklikten kurtulmak ve böylece kendi merkezine yaklaşmak gerek.”
Yıllarca aradım kendi kendimi
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Hayal mıyım ürüya mı bilinmez
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum
Ekilir biçilir bir nebat mıyım
Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm
Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım
Köle miyim bir güzele kul muyum
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Varlığım yokluğum bir Veysel adım
Gök kubbede kalacaktır ses kadim
Elli üç yıl kendi kendim aradım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
(Aşık Veysel)
Comentários