Sosyoloji yazmak için ilginç bir başlık oldu. Olsun varsın. Deneme yazısı gibi olacak. Böyle böyle sosyoloji yazmada ki kendi tarzımı oturtacağım diye umuyorum. Bu yüz milyon hikayesi bizi toplumun hangi gizli dehlizlerine götürecek, nelere genelleme yapacağım, nasırlara dokunup, bam tellerine basabilecek miyim? Yazının sonunda göreceğiz.
Bu ülkede sosyoloji yazısı yazma konusunda birazcık dikkatli olmak gerekir. Mayınlı arazi de yol almak gibidir. Dokunulmazları, sessiz kalınması gerekenler çoktur. Fakat, ama, lakinler fazladır.
Bir sosyoloji yazısı aynı zamanda fazlaca felsefe, psikoloji, tarih, iktisat ve siyaset içerir. Çok azda toplumsal analiz. Zaten fazlacalar olmadan o analizleri yapmak imkansızdır.
Strateji ve planlama bilmeyen bir toplumda başlıktaki gibi cümleler, kalabalıklar tarafından fazlaca rağbet görmektedir. Güya İngiliz Başbakanı Churchill bir gün böyle söylemiş. Bizimkilerde duymuş, hoş okuduk deseler inanılmaz, bu topraklarda okumak normal bir egzersiz değildir. Söyleyene bunun kaynağını göster deseni bir sürü saçmalık sıralar, kaynak güme gider.
Ben çocukken de Napolyon'un bir sözü ağızlara pelesenk olmuştu. Napolyon beyaz atına binmiş Avrupa'yı kasıp kavururken, bir süre sonra ordu hızına yetişemiyor, Napolyon karizması yerle yeksan oluyor. Büyük Napolyon "bana yüz tane Türk askeri verin, size dünyayı fethedeyim" diyor. O sıralarda Osmanlı mı? Kaybede kaybede haritasını ufaltıyor. Herhalde Napolyon başka Türk askerlerinden bahsediyor. Hoş biz Birinci Dünya Savaşında da kaybetmedik, Almanlar yenildi. Biz yenilmiş sayıldık. Görende eşli pişti oynuyoruz sanır. Biz kazanmışsak onlar niye kazanmış sayılmıyor da, Onlar yenilince biz kaybetmiş sayılıyoruz? Sorgulamayan kalabalıklar için anlamsız bir soru. Hoş sorgulama mekanizmasını devreye soksak dogma ve komplo teorileriyle yaşayan toplum haline gelmezdik.
Nüfus Planlaması ve toplum; Bu yüz milyon olma merakımız gerçek dünya ile çok iyi bağ kurmamamızdan ve bozkır toplumlarının kalabalık olalım ki, kendimizi savunabilelim mantığından çıkmaktadır. Toplum olma yolunda hâlâ kabile düzeyinde kalmış bizim kalabalıklar için, kabilemiz ne kadar kalabalıksa o kadar hüküm alanımız var sanı ile yaşıyoruz. Hani aşiretlerde güç dengesi ne kadar aşirete bağlı nüfus var oradan ölçülür ya, ya da Anadolu da en kalabalık köy diğer köylere sözünü geçirir, biz hâlâ o bozkırlarda yaşıyoruz. Fiziken yaşamasak bile ruhen oradayız.
Bunda şehir efsanelerinin post truth haline gelmiş olması çok etkilidir. Gerçeküstülükle oluşturulmuş gerçeklerle yaşıyoruz. Bu bir ütopya da değil, distopya da değil. Yaşadıklarımızı hem birey hem de toplum olarak kavrayamamaktan kaynaklı bir hâl.
Şehir efsaneciliği ve komplo teoriciliği beraberce yaşıyor bünyemizde. İkisi de toplumsal akıl hastalığıdır. Bipolar bozukluk gibi de değildir. Tam bir şizofrenik haldir. Görünmez bilinmez ilahî veya kudretli kahramanlarımız vardır. Tam bir paranoid ruh halinde sürekli izlenen, sürekli üzerimize oyunlar kurulan bir toplumuzdur. Ayakkabı boyacısı telefonlarının dış güçler tarafından dinlendiği zanneder, Anadolu'nun kuş uçmaz kervan geçmez yerindeki bir köylü, o köyün dış güçlerin gözetiminde olduğunu zanneder.
Aydınımız, loş bir aydındır. Sanki düşük mumlu tasarruf ampulü kullanıyordur. Topluma rağmen bir şey söylemeye cesareti yoktur. Zaten entelektüel basirete hiç ulaşamamıştır. Ya cemaat dergahlarında o pazardan beslenir, ya da seküler pazarda onların duymak istediğini söyler.
Algı Balkan harbinden beri devlet tarafından sistemli olarak bu Anadolu kalabalığını bir arada tutmak için kullanışlı araçtır. Sonrasında bu İmparatorluk artığı kalabalıktan ulus yaratabilmek için (tek şans buydu, belli kesimler bu gerçekten nefret etse de) aynı algılara farklı dozlarda devam ettiler.
Sosyoloji açısından bu toplumsal yapı Kent sosyoloji ile incelenemez. Daha kasaba ve şehir düzeyinin üstüne çıkamamıştır. Hiçbir zaman sınıfsal yapıyı oluşturamamıştır. Yarı merkantalist yarı kapitalist bir ekonomik modeller modern dünyaya uyum sağlamaya çalışır. Üretmeden yalnızca tüketerek. Tarihsel kökenleri de üretmek yerine gasp ve hizmet işi (kervansaraycılık vb.) olan bu yapı meta üretimini bilmediğinden fikirsel ve teknolojik üretime de geçememiştir. O yüzden ne İmparatorluk döneminde ne de Cumhuriyet döneminde Sanayi devrimini yapamamıştır. Sanayi devrimini yapamamış tüm üçüncü dünya ülkeleri için hem sanayi döneminde hem de sanayi sonrası dönemlerde niteliksiz işgücü depoları ve tüketici toplumu olarak hayatına devam etmiş hâlâ da devam etmektedir.
Böyle toplumların düştüğü en büyük tuzak olan dogma kısır döngüsüne girmiştir. Bu toplumlarda din, ahlak, kültür tamamen araçtır. Amaca göre kullanılacak İsviçre çakısı görevini görür.
Cehalet hegemonya tarafından bu topluma bir kazanç olarak gösterilir. Bilim ve etik dogmanın ve onun bütün kutsallarının şeytanıdır. Dilemma mantık ahlaksız ahlakı onlara yükler. Her sorundan sonra onlar için aslında ne olduğundan haberleri olmayan bir ahlak arayışı içine girerler. Halbuki o yaşananlar kendi gerçekleridir. Öyle aradıkları onları kurtaracak ahlak diye bir şey de yoktur. Ahlak dedikleri şey onları bu hale getirmiştir. Etik değerler ağır gelir. Çünkü etik değerler yozlaşmayı (toplumsal erozyonu) durdurur, bu da hem toplumun hem de bireyin çıkarlarını ve yağma alanını kaybetmesi demektir.
Bugün kadına, çocuğa, doğaya ve kendi düşündükleri, inandıkları gibi olmayanlara gösterdikleri şiddet ve katliam anlayışını özünde içlerinde taşımaktadırlar. Tarihselci olarak sosyoloji okuması yapınca da bu anlaşılmaktadır.
Batının Sosyoloji kavramları ve anlayışı buradaki durumu açıklamakta zorluk çekmektedir. Ya da Latin dünyasında ortaya çıkan Sosyoloji ile çok az nokta da benzemektedir. Kolonyalist sosyoloji görüntü de benzerlik gösteriyormuş gibidir ama bu toplumsal yapının üstünde çok sakil durur. Arap dogma hegemonik sosyolojisi uzak akraba bile değildir. Anadolu sosyolojisi Bozkır Sosyolojidir ve genel geçer Asya Tundraları, Orta Avrupa ya da Kuzey Amerika İç kesimlerinin bozkır anlayışı gibi de değildir. Kendine özgüdür. Batı anlayışı ya da Ziya Gökalp tarzı sosyoloji toplumun sorunlarını anlatmaya cevap da cevaz da vermemektedir. Aynı felsefe de olduğu gibi sosyoloji burada kısır kalmaktadır.
Felsefe nasıl öğreticilikle - logos arasında sıkışmışsa, Sosyoloji de bozkırla, gerçek dünya arasında sıkışmıştır.
Bugünden sonra burada yeni bir şeyler söylemeye çalışacağım. Sosyolojiyi Anadolu üzerinden oranın tarihsel okumaları, psikolojisi, siyaseti, dogması, kültürü, anlayışı üzerinden yapacağız.
Yapmazsak aydın sorumluluğumuzu yerine getirmemiş olur, bol bol Yemek kültürü üzerinden hoşafın Türk sosyolojisine etkisini konuşur dururuz.
Antropoloji, sosyoloji, tarih, siyaset, etik, estetik, dogma, ekonomi, kültür bundan sonra gündem bu...
ÖZDEN BEKİR KARAKAŞ /17.11.2024, İSTANBUL, Kağıthane
SEVGİYLE KALIN.
Comments